Bilim: Allah’ın Yaratışını Anlama Sanatı
Bilim Nedir? Bilim Allah’ın yaratışını anlama sanatıdır. Evreni ve içindeki tüm varlıkları incelemenin ve Allah’ın yaratış sanatını keşfederek insanlığa açıklamanın yollarından biridir bilim. İnsan, sadece birkaç dakika için üzerinde yaşadığı dünyayı ve kendisine yaşam veren şeyleri dikkatlice düşündüğünde hayrete düşecektir. Devasa büyüklükte galaksiler barındıran bir boşlukta, uçsuz bucaksız büyüklükteki galaksilerden birinin içinde bulunan, yaşam için özel olarak var edilmiş bir gezegen üzerinde yaşamaktadır.
Bu gezegen, yani Dünya, uçsuz bucaksız boşluğun içinde hiç durmadan dönmekte, evrendeki milyarlarca yıldızdan sadece biri olan Güneş yine aynı boşluk içinde yeryüzüne ışınlar yollamakta, bu ışınlar sayesinde Dünya ısınmakta, besin döngüsü, su döngüsü, azot döngüsü gerçekleşmekte, insan; hayvan, bitki ve mikroorganizmalarla birlikte kendisine sağlanan sayısız sebep vesilesiyle yaşayabilmektedir. Milyonlarca, milyarlarca detay bir araya getirilmiş, en güzel ve en kusursuz şekli ile insana sunulmuştur. Bu detayların her biri bir sanattır, bir yaratılış harikasıdır. Bazen bu detaylar o kadar hayatidir ki, olmamaları durumunda yaşam durur, Dünya ölü bir gezegen halini alır.
İşte bilim evrende yaratılan bu kusursuz düzenin ve sanatın bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışan düzenli bilgilerdir. Hiç gidemeyeceğiniz ya da göremeyeceğiniz bir yer ile ilgili araştırma yapmanız bilim yapmanıza engel değildir. Mesela milyarlarca ışık yılı uzaklıktaki bir yıldızı araştırabilirsiniz.
Bulutsuz bir gecede başınızı gökyüzüne kaldırdığınızda ne görürsünüz? Milyarlarca yıldız. Yıldızlara bakıp “İşte yaşadığım evren bu!” diyebilirsiniz. Peki, sizce bu bilimsel bir çıkarım mıdır? Pek değil. Çünkü henüz var olmuş ama ışığı dünyamıza ulaşmamış yıldızları göremezsiniz, ya da yok olmuş ama ışığı gelmeye devam ettiği için var zannettiğiniz yıldızlar da olabilir. Yani sizin gördüğünüz gökyüzü gerçekte var olan gökyüzü değildir.
Bilimde Deneysel Yöntemleri Kullanmak Önemlidir
Bilimsel bir çalışmadan bahsediyorsanız çalışmanızda testlere deneylere yer vermeniz gereklidir. Eğer “Kovandaki yalancı balarılarının cezalandırması bilimsel bir gerçektir!” diyorsanız bunu bir deneyle ispatlayabilmeniz şarttır. Böyle bir deney mevcuttur:
Arı kovanındaki hayatın her aşamasında bir düzen vardır. Larvaların bakımından, kovanın genel ihtiyaçlarının teminine kadar her görev hiç aksamadan yerine getirilir. Bir arada yaşayan arı sayısının fazlalığına rağmen aralarındaki kusursuz iş bölümü ve disiplin sayesinde, kovandaki işlerde hiçbir aksama olmaz ve kovan içinde hiçbir kargaşa da yaşanmaz.
Balarılarının sayıları arttığında kovanlarını terk eder, bir yerde koloni halinde bekleşirler. Bazı arılar kovan olmaya en uygun yeri bulmak için koloniden ayrılırlar. Arılar sağırdırlar ve bu nedenle birbirleriyle sesli bir iletişim kuramazlar. Tarif yöntemleri alışılmışın dışındadır. Arılar tarif etmek istedikleri yeri “dans ederek” diğerlerine anlatırlar. Koloniye döndüklerinde danslarının süresince buldukları yerin konumu hakkında hem bilgi hem de not verirler. Arılar dans ederek yaptıkları tariflerini karanlık bir kovanda, peteklerin üzerindeyken yaparlar. Bu, aralarında kusursuz bir iletişim olan arıların yeteneklerinin daha iyi anlaşılması bakımından unutulmaması gereken önemli bir detaydır.2
Diğer tüm kâşif arılar heyet hallinde bildirilen yerlere gidip buraları kontrol ederler. Kâşif arılar en iyi notu alan yere doğru yolda iken, bilen bilim adamları burayı tahrip ederler, ışık ve su almasını sağlarlar. Gelen kaşifler verilen not ile kalitenin uymadığını görünce bir daha burayı haber veren arının yeni keşiflerini kontrole gitmezler.
Şimdi burada durup biraz düşünelim. İnsanların sokağa çıktıklarında, bahçelerinde yürürken, balkonlarında otururken sık sık rastladıkları, birkaç santim büyüklüğündeki böceklerdir. Burada ilginç bir çelişki vardır. İnsanlar balarılarını sıradan, her yerde bulunan böcekler olarak değerlendirirler ama buraya kadar anlattıklarımız ancak çok keskin bir bilinçle gerçekleştirilebilecek olaylardır. O halde arılara bu bilinçli davranışları öğreten kimdir? Arılar bu davranışları diğer arılardan öğrenmezler, yaşamlarında böyle bir eğitim dönemine rastlanmaz. Onlar tüm bunları zaten bilerek, zamanı geldiğinde uygulayabilecek şekilde dünyaya gelirler. Ve bu durum yeryüzünün her yerinde, milyonlarca yıldır yaşayan tüm balarıları için geçerlidir.2
Bu durumda vicdan sahibi bir insanın asla inkâr edemeyeceği büyük bir gerçekle karşı karşıya olduğumuzu görürüz: Tüm canlıların Yaratıcısı olan Allah, balarılarını da kusursuzca var etmiş ve onlara böylesine bilinçli davranışları öğretmiştir. Balarıları Nahl Suresi’nde haber verildiği gibi Rabbimiz’in kendilerine ilhamı ile hareket etmektedirler.
Bilimsel Yasalar Evrendeki Düzenin Nasıl İşlediğini Anlatır
Yaptığınız bilimsel çalışma mevcut yasalara dayanmalı ya da yeni yasalara vesile olmalıdır. Birisi “Bitkilerde suyun yükselmesi”ni bitki bir motora bağlı küçük kovalarla açıklarsa bu pek de bilimsel olmaz. Şüphesiz bitkilerin içinde kalp benzeri bir motor yoktur, kovalarda yoktur. Apartmanınızın bodrum katındaki deponun içindeki suyun, hidrofor veya herhangi güçlü bir motor kullanmadan üst katlara çıktığını düşünün, bu imkansızdır. Peki, bir sekoya ağacında su yerden tam 120 metre (40 katlı bir bina) yüksekliğe hiçbir motor yokken nasıl çıkmaktadır?
Moleküller Arası Kuvvetler ya da Bir Trenin Vagonları
Bu işlemin başlaması için öncelikle yapraklarda su kaybı olması gerekiyor. Yapraklardaki mekanizmalar nemdeki %1 gibi oldukça küçük bir oynamayı tespit edebilecek hassasiyete sahiptirler. Eğer dışarıdaki havanın nemliliği %100’den az olursa su, yaprakta meydana gelecek buharlaşma nedeni ile bu gözeneklerden dışarı verilir. Hatta dışarıdaki nemlilik %99 bile olsa, bu durum yapraktaki suyun dışarı çıkması için değerlendirilecek bir potansiyel haline gelir ve yaprak süratle su kaybetmeye başlar.
Suyun üst dallara nasıl taşındığını anlatmadan önce ağaç suyu nasıl buluyor sorusuna da cevap vermek önemli. Ağacın kök uçları, topraktaki suyu bulana kadar toprağın derinliklerini aramaya devam ederler.3 Suyu bulduktan sonra bu suyu 120 metre olan bir ağacın en üstteki yaprağına hiçbir motor olmadan nasıl çıkarır?
Evet, sekoyada motor yoktur ama adhezyon ve kohezyon isimli iki kuvvet mevcuttur. Bu kuvvetler sayesinde su ağacın içindeki milimetremin binde altısı çapındaki kılcal borularda yükselebilmektedir. Aynı cins moleküllerin arasındaki çekim kuvvetine kohezyon denir.
Resimdeki su damlaları (molekülleri) bitkinin dalının ucunda kohezyon sonucu bir arada duruyor. Farklı cins moleküller arasındaki çekim kuvvetine de adhezyon denir. Kohezyon sayesinde su molekülleri birbirlerine trenin vagonları gibi tutunur, bir lokomotif gibi çalışan adhezyon sayesinde de yukarı taşınır.
Bu trenin ilerleme şartı raylara yani suyun içinden geçtiği kılcal borulara bağlıdır. Ray olması gereken genişlikte değilse tren asla ilerleyemez. Şüphesiz bu durum tüm ağaçlar için ölümcül olurdu. Borular öncelikle suyun emilmesi sırasında oluşacak basınca dayanıklı olmalıdır. Daha sonra suyun taşınması sırasında bir engelle karşılaşmasının önlenmesi gerekir, çünkü kat edecekleri yolda karşılaşacakları herhangi bir engel birbirine çok bağlı olan bu sistemde aksaklıklar oluşmasına neden olacaktır.4
Yaprağın sapının içinde gözle görülemeyecek kadar ince onlarca borucuk vardır (sağda). Bitki hiçbir motor kullanmasa da her yıl bu borucukları kullanarak tonlarca suyu topraktan yapraklarına kadar taşır.
Peki, bir ağaç hangi özelliklerdeki borudan faydalanabileceğini “nasıl” bilmektedir? Bu gibi sorular çoğaltılabilir, ne var ki hepsinin tek bir cevabı vardır. Bitkilerin böyle kusursuz sistemleri “kurmaları”, “tasarlamaları” veya “bulmaları” gibi bir şey söz konusu bile değildir. Bitkilerin bir iradeleri yoktur. Bilim adamlarının dahi “anlayabilmekte” güçlük çektikleri bu kusursuz sistemleri oluşturanlar bitkilerin kendileri değildir. Tesadüfler de değildir.4
Tüm bu sistemleri tam gereken şekilde bitkinin hücrelerine yerleştiren, bitkiyi de suyu da besini de yaratan Allah’tır. Her şeyi eksiksiz yaratan ve yarattıklarını da en güzel, en kusursuz yapan Rabbimiz bize Kendisi’ni tanıtmaktadır.
Bilimin Unsurları Nelerdir?
Eğer bilim ile uğraşıyorum diyorsanız doğal veya toplumsal bir olayın nasıl olup bittiğini açıklamaya çalışıyorsunuzdur. Açıklamanızın bilimsel olarak kabul görmesi için
⦁ Amaç,
⦁ Merak,
⦁ Yarar,
⦁ Neden? ve Nasıl?
⦁ Dürüstlük ve bağnaz olmama
gibi kavramların üzerine oturmuş olmalıdır. Bu kavramlar bilimin unsurlarıdır.
Birçok bilimsel çalışmanın ana nedeni Allah’ın sanatına duyulan meraktır. Doğrudan insanlığın yararına olmasa da sadece meraktan ötürü bilimsel araştırmalar yapılabilir. İnsanı diğer canlılardan ayıran en büyük fark yaşadığı yer hakkında duyduğu meraktır. “Havaya atılan bir cisim neden yere düşer?” Yaptığı gözlemler ve araştırmalar sonucunda evreni Allah’ın yarattığını, düzene koyduğunu ve her şeyin Allah’ın hakimiyetinde olduğunu savunmuş olan Newton’ın havaya atılan cisimlerin neden yere düştüğüne dair merakı meşhurdur.
Hikâyeye göre ağaçtan yere düşen bir elma merakını gideren açıklamayı bulmasına vesile olmuştur. Ancak bu açıklama insanın merakı gidermek için yetmemiştir. Çünkü her bilimsel açıklama yeni merakları uyandırmış, yeni meraklar da yeni buluşları getirmiştir.
Çekim Kuvveti Daha Zayıf Olsaydı?
Rabbimiz’in üstün yaratışının delili olan kainattaki muazzam düzene vesile olarak yaratılan kuvvetlerin en önemlilerinden biri “kütle çekimi” veya diğer adıyla “yerçekimi” (gravitasyon) kuvvetidir. Newton, bu gücün yalnızca elmaları ağaçtan düşürmeye değil, aynı zamanda gezegenleri de yörüngelerinde tutmaya yarayan bir güç olduğunu belirtmiştir. Einstein ise, yerçekiminin dev yıldızları nasıl içlerine çökertip kara deliklere dönüştürdüğünden bahsetmiştir. Yerçekimi kuvveti, evrenin en kritik kuvvetlerinden biridir. Evrenin genişlemesini kontrol altında tutan kuvvet de yine yerçekimi kuvvetidir. Yerçekimi kuvveti sayısal olarak, sabit bir değere sahiptir.
Peki yer çekimi kuvveti bugünkünden daha fazla olsaydı ne olurdu? Yıldızların oluşumu daha kısa sürede gerçekleşecek ve uzaydaki en küçük yıldızın kütlesi dahi Güneş`in en az 1,4 katı büyüklüğünde olurdu. Bu tür büyük yıldızlar o derece hızlı ve kararsız biçimde yanarlar ki etraflarındaki gezegenlerde canlı yaşamına elverişli şartların meydana gelmesi imkansızdır. Bu nedenle yaşam için ancak Güneş’in küçüklüğünde yıldızlara ihtiyaç vardır. Diğer sonuçlarından biride; büyük yıldızların hepsi birer kara deliğe dönüşmüş olurlardı. Bunun yanı sıra en küçük gezegenlerdeki yerçekimi dahi o kadar güçlü olurdu ki, böceklerden daha büyük hiçbir şey ayakta kalmayı başaramazdı.7
Ayrıca koşmak ve hatta yürümek imkânsız hale gelirdi. İnsanlar ve hayvanlar tüm bu hareketleri gerçekleştirmek için şimdikinden daha çok enerji sarf ederlerdi. Bu durumda başta yeryüzündeki besin kaynakları olmak üzere enerji kaynakları hızla tükenerek yok edilirdi. Peki ya çekim kuvveti daha zayıf olsaydı?
Eğer bugün koşup yürüyebiliyorsak bu dünyadaki yerçekimi kuvveti ve kaslarımızın ürettiği gücün birbirine uyumlu olması sayesinde mümkün olmaktadır.
O zaman da uzaydaki bütün yıldızlar en fazla Güneş`in %80`i büyüklüğünde bir kütleye sahip olurlardı. Bu küçüklükteki yıldızlar her ne kadar etraflarındaki gezegenlerde canlı yaşamını elverişli kılacak ölçüde uzun ve kararlı biçimde yansalar da bu sefer gezegenleri ve canlılığı oluşturacak ağır elementler evrende asla oluşamazdı. Çünkü demir ve daha ağır elementler ancak devasa yıldızların çekirdeklerinde üretilebilir ve ancak bu tür ağır yıldızlar ağır elementleri uzaya yayabilirler. Bu tür elementler ise gezegenlerin ve hayat formlarının oluşması için zorunludurlar.7
Ayrıca hafif şeyler yeryüzünde sabit durmayacaktı. Sözgelimi en ufak bir esintide yerden kalkan toz ve kum taneleri saatlerce havada uçuşacaktı. Yağmur damlalarının hızı çok yavaşlayacak, yere inmeden yeniden buharlaşacaklardı. Akarsuların akış hızı yavaşlayacak, bu nedenle onlardan elektrik enerjisi elde edilemeyecekti. Burada bahsettiğimiz yer çekimi Dünya’da yaşamın oluşabilmesi ve canlılığın devam edebilmesi için gereken, son derece hassas dengelerden sadece bir tanesidir. Yalnızca bu bile evrenin ve Dünya’nın tesadüfler sonucunda, rastgele olayların ardı ardına gelmesiyle oluşamayacağını kesin olarak ortaya koymak için yeterlidir.
Yüzyıllardır insanoğlunun yeryüzündeki yaşama ortamına duyduğu merak, yaşama standartlarını yükseltecek bir etkinliğe bürünmeye başladı. Olağan gibi görünen olayları anlama çabası, aslında dünyanın gizemlerle dolu bir yer olduğunu ve bunları çözümlemek gerektiği gerçeğini doğurmuştur.
250 yıl önce insanlar hücre hakkındaki düşünceleri basit bir su damlası gibi olduğuydu. Bugün ise büyük şehirlerle, fabrikalarla ya da uzay gemileri ile kıyaslanabilecek kompleksliğe sahip olduğunu biliyoruz. Hücrenin içinde; enerjiyi üreten santraller, yaşam için zorunlu olan enzim ve hormonları üreten fabrikalar, üretilecek bütün ürünlerle ilgili bilgilerin kayıtlı bulunduğu bir bilgi bankası, bir bölgeden diğerine hammaddeleri ve ürünleri nakleden kompleks taşıma sistemleri, boru hatları, dışarıdan gelen hammaddeleri işe yarayacak parçalara ayrıştıran gelişmiş laboratuvar ve rafineriler, hücrenin içine alınacak veya dışına gönderilecek malzemelerin giriş-çıkış kontrollerini yapan uzmanlaşmış hücre zarı proteinleri olduğunu biliyoruz. Üstelik bu saydıklarımız, hücredeki karmaşık yapının yalnızca bir bölümüdür. Hücre o kadar komplekstir ki, bugün insanoğlu ulaştığı yüksek teknolojiyle bile bir hücre üretememektedir. Yapay hücre oluşturmak için yapılan tüm çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Yukarıdaki resim 250 yılda hücre hakkındaki bilgimizin ne kadar değiştiğini göstermesi açısından önemli. Resimde bir bitki hücresindeki kimyasal tepkimeleri gösteriyor tabii bildiğimiz kadarını. Hücre hakkındaki bilimsel araştırmalar derinleştirildiğinde “tesadüfen ortaya çıkabilecek kadar basit yapısı” hakkındaki kanaati sarsıntıya uğramıştır. Evrim teorisinin hücrenin nasıl var olduğu sorusunu açıklayamamasının en temel nedenlerinden biri, hücredeki “indirgenemez komplekslik” özelliğidir.
Bir canlı hücresi, çok sayıda küçük organelin uyum içinde çalışmasıyla yaşar. Bu parçaların biri bile olmasa, hücre yaşamını sürdüremez. Hücrenin doğal seleksiyon ve mutasyon gibi bilinçsiz mekanizmaların kendisini geliştirmesini bekleme gibi bir imkânı yoktur. Dolayısıyla, yeryüzünde oluşan ilk hücrenin yaşam için gerekli tüm organel ve fonksiyonlara sahip, eksiksiz bir hücre olması gerekmektedir.
Hücre evrimcilerin iddia ettiği kademe kademe oluşamayacak kadar kompleks yapılıdır. Hücredeki organeller biri olmadığında veya yarım olduğunda çoğu defa o hücre varlığını devam ettiremez. Eğer bu hücre gerçekte resimdeki büyüklükte olsa idi içindekileri böyle parça parça göremezdik. Çünkü içi o kadar karmaşıktır ki görünen sadece kocaman kara bir leke olurdu.
Bugün hücrenin karmaşık yapısının ortaya çıkışı ile ilgili yeni bilimsel açıklamalara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu aslında bilimin de daha doğrusu merakın doğasıdır: Bir konudaki merak, yeni merak duyulan konular doğurur.
Bilim Faydalanmamız için Bize Sunulmuş Büyük Bir Nimettir
Newton’ı yerçekimi yasasını bulmaya iten bu merak neye yol açmıştır dersiniz? İnsanoğlunun yeryüzünden çıkıp uzaya açılmasının sağlayan teknolojiye. Bugün yerçekimini nasıl yeneceğimizi Newton’ın bu merakı sayesinde biliyor ve uzaya bizlere büyük faydalar sağlayan uyduları uzaya yerleştirebiliyoruz.
Bilim merak ve yaratıcılıkla beslenerek insanların hayat koşullarını iyileştirmek için yapılan çalışmaların bütünüdür. Merak ile yarar arasında ilginç bir ilişki vardır. Biri daima diğeri için itici güç olmuştur. Söz gelimi “Bir yıldız ne kadar büyük olabilir?” sorusu tam da bilimsel merakın bir ürünüdür. Peki, bu sorunun cevabını bilmek insanlığa yarar sağlamış mıdır? İsterseniz önce ilk sorumuzun cevabını alalım sonra yararla ilgili soruya dönelim.
Pek çok kişi için yıldızlar sadece geceleri parıldayan küçük noktalardır. Oysa yıldızlar gökyüzündeki minik süsler olmanın ötesinde tüm canlılar için yaşamsal bir öneme sahiptirler. Yeryüzündeki yaşamı etkileyen tek yıldız da Güneş değildir. Bizden milyonlarca kilometre uzaktaki yıldızların bile yeryüzünde yaşam olmasında rolü olduğunu biliyor musunuz?Video oynatıcı00:0002:33
Güneş orta büyüklükte bir yıldızdır ve Güneş’ten çok daha büyük yıldızlar vardır. Bir yıldızı bu kadar büyük yapan şey termonükleer reaksiyonlar ile ilgilidir. Yıldızların da tıpkı bir sobadaki kömür gibi yakıtları vardır ve bu yakıt hidrojendir. Termonükleer reaksiyonlarda hidrojenin yakıldığı reaksiyonlardır. Yıldızlar termonükleer reaksiyonlar az yakıtla büyük ısı üretirler. İşte termonükleer reaksiyonların bu özelliğini keşfeden bilim adamaları yapay yollarla yapay yıldızlar yapmanın peşine düşmüşlerdir. Bugün inşa edilen nükleer reaktörler insanlığın enerji ihtiyacının büyük bir kısmını sağlıyor. Yüce Rabbimiz evrendeki en küçük yapıdan en büyük sistemlere kadar her şeyi bizim yaşamımıza en uygun olacak şekilde yaratmıştır ve her an kudreti altında tutmaktadır. Güneş Sistemi’nin yapısı, her türlü ayrıntısıyla birlikte canlılar için özel bir yaratılışa sahiptir.
Ne var ki insanlığın nükleer enerji ile ilk tecrübesinin o kadar da yararlı olduğunu söylenemez. Hiroşima’da 140.000 ölü, Nagazaki’de ise 74.000 ölü insanlığın nükleer enerji konusunda ilk tecrübesinin sonucu oldu.
Allah’ın Yaratışını Anlamamız için Gerekli 2 Soru: Neden? ve Nasıl?
Yeryüzündeki çekim kuvveti nasıl yaşamı mümkün kılan g=9,81 gr/cm2’de ayarlı kalmıştır? İşte bu soru ağaçlardaki kılcal borularla ilgili sorumuza benzemektedir. İsterseniz oradaki sorumuzu tekrar hatırlayalım: “bir ağaç hangi genişlikteki borudan faydalanabileceğini “nasıl” bilmektedir?”
Yapılan tüm araştırmalar bu kusursuz düzeni ve tasarımı sonsuz bir güç ve akıl sahibi olan Allah’ın yarattığını tasdik etmektedir. Kimi insanların bunu kavrayamamalarının nedeni ise samimi ve ön yargısız bir biçimde düşünememeleridir. Oysa samimi olarak düşünen her akıl sahibi insan, evrende hiçbir şeyin amaçsız ve başıboş olmadığını, evreni canlılar için Allah’ın yaratmış ve düzenlemiş olduğunu anlar.
İster yerçekimi ister kılcal borularla isterse de başka bir şeyle ilgili olsun bilim adamları içinde “nasıl?” olan soruları cevaplamakta pek istekli olmazlar. Onlar daha çok neden sorusunun cevabı peşindedirler. Çünkü nasıl sorusu bir noktadan sonra evrendeki sebep-sonuç ilişkisi ile açıklanamayacak noktalara varabilmektedir. Ve birçok bilim adamına göre bu konu bilimin alanına girmemektedir.
Akıl ve vicdan sahibi bir insan kendisine hiçbir bilgi verilmese bile evrendeki herhangi bir varlığın özelliklerini incelediğinde bunu üstün bir Akıl, İlim ve Güç sahibinin yarattığını anlar. Veya dünyada yaşamın meydana gelebilmesi için gereken binlerce koşuldan sadece birkaçını görmesi bile, dünyanın insanların yaşayabilmeleri için özel olarak yaratılmış bir gezegen olduğunu anlaması için yeterlidir.
Akıl ve vicdan sahibi bu insan, dünyanın tesadüfen oluştuğu gibi bir iddianın akıl dışı olduğunu ise kolaylıkla anlar. Kısacası aklını ve vicdanını kullanarak düşünen her insan Allah’ın varlığının delillerini tüm açıklığı ile görebilir. Ancak 19. yüzyılın ortalarından bu yana bilim dünyası materyalist felsefenin etkisi altına girmiştir. Evrendeki tüm denge, ahenk ve uyumun sadece tesadüflerin bir eseri olduğunu öne sürmüşlerdir.
Bilimsel Araştırmalara Önyargılı Kabullerle Başlanamaz
Bugün hala geniş bilim çevrelerinde her olayın bir nedeni olduğuna ve neden bilinirse olayın nasıl gelişeceğinin de bilinebileceğine dair bir kabul vardır. Bu kabule göre “Her şey, kendinden önce cereyan eden olay veya olaylar tarafından hazırlanmıştır”.
Olayların bir sebep-sonuç zincirinden ibaret olduğunu ileri sürer. Evrenin şu anı tam olarak bilinebilirse, gelecekteki durumunun da bilinebileceğini varsayar. Bilimin ilerleyebilmesi için bu 19. yüzyıl artıklarının bir kenara bırakılması ve özgürce düşünen ve gördüğü gerçeği kabul etmekten çekinmeyen bilim adamlarının varlığı gerekmektedir.
Çevremizde ve içinde yaşadığımız evrende, yaratılış gerçeğine ait sayısız delil bulunmaktadır. Bir sivrisinekteki hayranlık verici sistem, bir tavus kuşunun kanatlarındaki muhteşem sanat, göz gibi karmaşık ve mükemmel bir organ ve daha milyonlarca varlık iman eden insanlar için Allah’ın varlığının ve O’nun üstün ilminin ve aklının delilleridir.
Yaratılış gerçeğini kabul eden bir bilim adamı da doğayı bu gözle inceleyecek ve yaptığı her gözlemden, düzenlediği her deneyden büyük bir zevk alacak, yeni araştırmalar için ateşleyici güç bulacaktır. Çağımızın en büyük dehası olarak kabul edilen Albert Einstein bir yazısında iman eden bilim adamlarının dinden aldıkları bu ateşleyici gücü şöyle dile getirmiştir:
“Evrenle ilgili dini duygunun bilimsel araştırmaların en güçlü ve en soylu nedeni olduğu kanaatindeyim. Şüphesiz ki bu duyguyu, bilimsel zihniyeti ile ilk kuranlar en kuvvetli sezmişlerdi. Evrenin yapısını, bilimsel ve akılcı bir şekilde anlamak, insana en derin iman duygusu verir. Yıllarca mesai sonunda kavradıkları evren anlayışı, Kepler ve Newton’a böyle derin duygular vermiştir.
Evren Kendi Kendini Açıklayabilir ama Kendi Kendini Oluşturamaz
Bu yanlış ““Her şey, kendinden önce cereyan eden olay veya olaylar tarafından hazırlanmıştır” varsayımı Newton’dan beri evreni belli yasalara göre kendi kendine çalışan bir saat gibi gösterilmesine neden olmuştur. Modern fizik anlayışı felsefede materyalizmin doğal birer sonucu olan determinizm denilen bu akıma büyük bir darbe vurmuştur. Bu düşüncede, yaşanan tüm olayların maddeler arasındaki ilişkilerin birer sonucu olduğunu, bir sebep-sonuç ilişkisi içinde tüm evrenin mekanik bir biçimde işlediğini sanıyordu. Bu durumda kuşkusuz kaderin varlığı, yani olayların Allah’ın iradesine göre işlediği gerçeği anlaşılamazdı. Avrupa, bu düşüncelerin kabul görmesiyle birlikte, dinden kopmanın en uç aşamasına vardı.
Ancak bu tür düşünceleri insanlara gerçekmiş gibi sunarak onları dinden koparan güç odakları için bir ihtiyaç doğmuştu. “Madde ezelden beri vardır, her şey maddedir ve tüm olaylar maddenin kendi kurallarına göre işler” demekle, evrenin her noktasında kendini gösteren yaratılış gizlenemiyordu. Canlılar dünyasının nasıl var olduğu, nasıl bu denli mükemmel bir denge üzerine oturduğu açıklanamıyordu. İnsanın nasıl olup da var olduğu, nasıl bir göze, kulağa sahip olduğu vs. izah edilemiyordu.
Kuantum Mekaniğinde ise geleceğe yönelik hiçbir kesin bilgimiz yoktur. Nedenselliğe dayalı bilim anlayışının sadık bir savunucusu olan bir bilim adamı şöyle diyor:
“Nasıl olur da daha sonraki olaylar şimdikilerden tam olarak belirlenemez? Nasıl olur da bir sebebin olası iki veya daha çok sonucu olur? Eğer sonraki olayların seçimi doğal yasalarla belirlenmiyorsa, bu, bir kuvantum olayının olduğu her yerde, doğaüstü bir kuvvet (Tanrı) işin içine giriyor anlamına mı geliyor? Bu tür sorular bilimsel bir eğitim ile koşullandırılmış “Doğa şöyledir” gibi kavramsal sorunlara alışık ve temel doğruluğuna veya yanlışlığına aldırmaksızın kuvantum fiziği fikirlerini kendi çalışma veya araştırmalarına uygulayan fizik öğrencilerinin hepsini olmasa da çoğunu rahatsız eder.”
Bu alıntıda da gördüğümüz gibi artık bilim adamları olayların doğal oluş nedenlerini doğal yasalarla açıklamanın yetersizliğini kabul etmişlerdir. Evrenin bir anda ortaya çıkışı hakkındaki Big Bang Teorisi bunun en somut örneklerinden biridir. Evrenin ortaya çıkışı bir nedenle açıklanamamaktadır. Çünkü o nedeni oluşturabilecek hiçbir materyal (zaman da buna dâhil) ortada yoktur.
Bilimsel gözlemler ve hesaplamalar evrenin bir anda yoktan var olduğunu göstermiştir. Bu neden materyalistlerin iddia ettiği gibi madde sonsuzdan gelip sonsuza kadar var olmayacaktır.
Fizikçi Alastair Rae yalnızca bugün evrendeki tüm olayları sebep-sonuç ilişkisi ile açıklamanın artık mümkün olamadığını şöyle anlatır:
“Görüleceği üzere, kuvantum fiziği bizi, Laplace’ın öngördüğü basit biçimdeki determinizmi yadsımaya götürür ve bundan dolayı da şimdiki durumu sadece geçmişin etkisi veya geleceğin sebebi olmayan bir evrenin varlığını kabul etmeliyiz.”
Yani determinizmin artık bilimsel olarak savunulabilir bir yanı kalmamıştır.
Dürüstlük Bilimin Ayrılmaz Bir Parçasıdır
“Bilim adamı çalışma yaparken en başından sonuna kadar dürüst olmalıdır. Çalışmasında gerçekte var olmayan dış müdahalelere yol açarsa o çalışma bilimsellik özelliğini yitirir. Bu konuda en ünlü örneklerden birisi bilim tarihinde “Piltdown Adamı” ile bilinen sahtekârlıktır. Bu konuya yer vereceğim çünkü bir ideolojiye göre bilim üretmenin sonucunu çok iyi gösteriyor.
Charles Dawson, 1912 yılında, İngiltere’de Piltdown yakınlarındaki bir çukurda, bir çene kemiği ve bir kafatası parçası bulduğu iddiasıyla ortaya çıktı. Çene kemiği maymun çenesine benzemesine rağmen, dişler ve kafatası insanınkilere benziyordu. Ele geçirilen fosillere “Piltdown Adamı” adı verildi, 500 bin yıllık bir tarih biçildi ve fosil İngiltere’deki British Museum ‘da sergilenmeye başladı. 1949’da ise British Museum’un paleontoloji bölümünden Kenneth Oakley Piltdown adamı üzerinde birtakım testler yaptı. Yapılan test Piltdown Adamı’nın, çene kemiğinin toprağın altında birkaç yıldan fazla kalmadığını gösteriyordu. Kafatası ise sadece birkaç bin yıllık olmalıydı. Sonradan çene kemiğindeki dişler ise suni olarak aşındırıldığı, fosillerin yanında bulunan ilkel araçların da çelik aletlerle yontulmuş adi birer taklit olduğu anlaşıldı. Kafatası 500 yıl yaşında bir insana, çene kemiği de yeni ölmüş bir orangutana aitti! Evrimciler, teorilerini kanıtlayan delilleri bulamadıkları için, çok kereler bilimsel bulguları saptırarak veya sahtekarlıklar yaparak insanlığı aldatmışlardır. Evrimciler, yaşadıklarını iddia ettikleri sözde yarı maymun-yarı insan yaratıkların fosillerini bulamadıkları için çareyi kendileri bir tane üretmekte bulmuşlardır.
Bu sahtekarlığın bilime verdiği kaybı bir evrimci olmasına rağmen F. Clark Howell şöyle açıklamaktadır:
Piltdown Adamı, insan kafatası ve maymun çenesinden oluşan bir yaratıktan başka bir şey değildi. Bu bilerek tezgahlanan bir aldatmacaydı. Ne çenenin maymuna ait olduğunu ne de kafatasının insana ait olduğunu kabul etmediler. Bunun yerine, bu parçaların maymun ve insan arasındaki döneme ait bulgular olduğunu açıkladılar. 500.000 yıl öncesine ait olduğunu söyleyerek, buna bir isim koydular (Eoanthropus Dawsoni veya Dawn adamı) ve bu konu üzerine yaklaşık 500 adet kitap yazdılar. Paleontologlar bu buluşla kırk beş yıl boyunca boş yere oyalanıp durdular.
Bu bilim adamının sözleri son derece düşündürücüdür. Gerçek olmayan bir “sözde delil” 40 yıl boyunca konuyla ilgili tüm bilim çevrelerini “boş yere oyalamış”tır. Sahte bir kafatası üzerine 500 kitap yazılması boşa harcanan emeklerin açık bir göstergesidir.
Bilim Adamı Bağnaz Olmamalıdır
Bir toplumda sanatın ve bilimin gelişmesinin en önemli zihinsel engeli, tutuculuktur. Eğer toplum sürekli belirli dar kalıplar içinde düşünmeye ve yaşamaya şartlandırılırsa, o toplumda bilim ve sanat donar. Buna verilebilecek en iyi örnek Orta çağ Avrupası’dır.
Giordano Bruno (1548-1600) isimli gökbilimci bağnaz bilim anlayışının kurbanlarından biridir. Evrenin sonsuz ve eş dağılımlı olduğunu ve evrende, dünyadan başka birçok gezegenin bulunduğunu söyleyen ve Hıristiyan inancını terk eden Bruno, bunun karşılığını Roma şehrinin bir meydanında yakılarak ödedi.
Bilim ve sanatın gelişmesi için, insanların geniş düşünmesi, açık bir ufukla dünyaya bakmaları gerekir. Bazı insanlar, bilimi ve sanatı donduran bu tutuculuğu çok yanlış bir yorum yaparak dine atfetmeye kalkarlar. Dünyada bilimin gelişmesine önemli katkılarda bulunmuş inançlı bilim adamı vardır. Bu slaytta isimlerini verdiğimiz Yaratılışa inanan bilim adamlarının her birinin geçmişte bilime önemli hizmetleri olmuştur. Bu bilim adamlarının varlığı, Yaratılış inancın bilimle çatışmadığının, aksine dinin bilimi teşvik ettiğinin açık delilidir. Eğer inançlı olmak bilime engel teşkil etseydi slaydımızdaki bilim adamlarından hiç bahsedemezdik ve bilim seviyemiz belki de bin sene geride olurdu.
Din, bilimsel araştırmaları teşvik ettiği gibi, İslam dininde var olan gerçeklere göre yönlendirilen bilimsel araştırmalar da çok hızlı ve kesin sonuçlar getirir. Çünkü din, evrenin ve canlılığın nasıl var olduğu sorusuna en doğru ve en kesin cevabı vermektedir. Dolayısıyla doğru bir noktadan başlanarak yapılan araştırmalar, evrenin ve canlılığın var oluşuna ait sırları en kısa sürede, en az emek ve enerji harcayarak açığa çıkaracaktır.
20. yüzyılın en büyük bilim adamlarından biri olarak kabul edilen Albert Einstein’ın da söylediği gibi “dinsiz bilim topaldır”, yani dinin yol göstermediği bilim ilerleme gösteremez, kesin sonuçlara ulaşması çok zaman alır ve hatta çoğu zaman sonuç alınması mümkün olmaz.
Bu gerçeği göremeyen materyalist ideolojiye sahip bilim adamları tarafından yönlendirilen bilimsel çalışmaların ise, özellikle son iki yüzyıldır, insanlığa ne kadar vakit kaybettirdiği, bu yolda yapılan çalışmaların büyük bir kısmının heba olduğu ve harcanan trilyonlarca liranın nasıl boşa gittiği gözler önündedir.23
İşte bu nedenle, insanların kesin olarak bilmeleri gereken bir gerçek vardır: Bilim ancak Allah’ın sonsuz kudretini, evrendeki yaratılış delillerini araştırma amacını benimser ve bu amaç doğrultusunda çalışırsa doğru sonuçlara ulaşabilir. Rotası doğru çizilirse, yani doğru yönlendirilirse bilimin gerçek amacına en kısa sürede ulaşması sağlanabilir.23
Dinden Uzak Kalmak Bilimselliğe Yakın Olmak Değildir
Bilimde ön yargılı olmamanın önemini Orta çağ Avrupası’nda gözlemlemek mümkündür. Orta çağda Avrupalılar Roma İmparatorluğuna hâkim olan putperest inanç nedeniyle büyük bir düşmanlık ve nefret duyuyorlardı. Oysa Roma İmparatorluğu döneminde inşaat ve mimaride, bilimsel alanda yapılmış pek çok keşif vardır. Avrupalılar bağnaz fikirler nedeniyle Roma’dan kalma her ne varsa yok saymışlardır. Bu nefret o denli büyüktür ki Roma şehirlerini toprak ile örtüp yok etmeye bile çalışmışlardır. Aynı dönemde Müslümanlar ise gerçek bir bilim anlayışı ile Eski Yunan ve Roma eserlerini inceleyerek kapsamlı çeviri çalışması hareketine girişmişlerdir. Bu anlayış İslam medeniyetinin Altın çağını yaşamasına vesile olmuştur.
Bugün İslam dünyası bilimsel araştırma ve bilimsel üretkenlik konusunda batı dünyasının oldukça gerisindedir. Şüphesiz bunda İslam dünyasının anlayış olarak bilime sırtını çevirmiş olmasının önemi çok fazladır. Evrene ve ondaki kurulu düzene duydukları merak yeniden uyandığı takdirde Müslümanlar bilimin yeni öncüleri olacaktır.
Bilimselliğin dinden uzak kalmakla oluşacağını zannedenler ise kuşkusuz büyük bir yanılgı içerisindedirler. Her şeyden önce Allah’a iman etmeyen kimseler imanın getirdiği manevi şevki yaşayamazlar. Belki en başında büyük bir heyecanla başladıkları bilimsel araştırmalar, bir süre sonra onlara tekdüze ve monoton olaylar olarak görünmeye başlar. Bu zihniyetteki kişilerin hayattaki amaçları, kısa sürede bitecek olan dünya hayatına yönelik çıkarlar elde etmektir. Para, makam, şöhret, itibar gibi dünyevi hırslar içinde olan bu kişiler ancak kendilerine bunları kazandıracak çalışmaları yaparlar.
Örneğin bu şekilde düşünen ve üniversitede kariyer yapmak isteyen bir bilim adamı ancak kendini daha üst bir mevkie geçirebilecek alanlarda çalışma yapar. İnsanlara fayda getirebileceğini düşündüğü bir konu olsa bile, kendi çıkarları açısından bir şey kazandırmayacağını düşündüğü bir konuda araştırma yapmaz. Veya karşısına araştırma yapabileceği iki konu çıktığında, bu ikisi arasında hangisinin kendisine daha çok maddi kazanç, itibar ve makam sağlayacağı yönünde bir kıyas yapar ve diğerinin insanlar için daha faydalı bir sonuç getirebileceğini bilse bile o konudan uzaklaşabilir. Kısacası bu tip insanlar, çıkarları olmadığı sürece asla diğer insanlara fayda vermeye, onlara hizmet etmeye yanaşmazlar. Çıkar sağlama imkanları ortadan kalktığı anda, onların çalışma azimleri de yok olur gider.
Alıntılar
1-Compton’s Pictured Ency. Vol.2, Compton&Comp. Chicago, USA, 1961, s.108
2- Bilim ve Teknik Dergisi, Cilt 23, Sayı:269, Nisan 1990
3- Prof. Dr. İlhami Kiziroğlu, Genel Biyoloji, Desen Yayınları, Aralık 1990, s.75
4- Prof. Dr. İlhami Kiziroğlu, Genel Biyoloji, Desen Yayınları, Aralık 1990, s.78
5- Prof. Dr. İlhami Kiziroğlu, Genel Biyoloji, Desen Yayınları, Aralık 1990, s.78
6- Newton, Principia, 2. baskı; J. De Vries, Essentials of Physical Science, B. Eerdmans Pub.Co., Grand Rapids, SD, 1958, s.15
7- Michael Denton, Nature’s Destiny: How the Laws of Biology Reveal Purpose in the Universe, The New York: The Free Press, 1998, s. 12-13
8- Carl Sagan, Cosmos, Wings Books, ABD, 1980, ss. 5-7
9- University of Exeter. “How to organize a cell: Novel insight from a fungus.” ScienceDaily, 2 June 2016. www.sciencedaily.com/releases/2016/06/160602083246.htm
10- W. R. Bird, The Origin of Species Revisited, Nashville: Thomas Nelson Co., 1991, ss.298-299
11- “Hoyle on Evolution”, Nature, vol 294, November 12, 1981, s.105
12- Albert Einstein, Ideas and Opinions, Crown Publishers, New York, 1954
13- Alastair I. M. Rae, Kuvantum Fiziği: Yanılsama mı? Gerçek mi, Evrim Yayınevi, s. 43
14- Alastair I. M. Rae, Kuvantum Fiziği: Yanılsama mı? Gerçek mi, Evrim Yayınevi, s. 11
15- F. Clark Howell, Early Man, NY: Time Life Books, 1973. s.24-25
16 Albert Einstein, Ideas and Opinions, Crown Publishers, New York, 1954